AYAKLARI YERE BASMAYAN BİR NESİL
Değerli Müslümanlar:
Dünya hayatı geçici bir âlem olsa da Rabbimiz kullarının mutlu olup zevklenmesi için bazı vesileler kılmıştır. Bu vesilelerin en güzellerinden biride evlat sahibi olmaktır. Evlat sahibi olmak insanı ne kadar mutlu ediyorsa da, bir o kadarda zorlu bir imtihanı işaret etmektedir. Bu açıdan bakıldığında yokluğu hüznü, varlığı ise zorlu bir imtihanı ifade eden evlatlarımız konusunda nasıl hareket etmemiz gerektiğini anlayabilmek adına Rabbimizin beyanına kulak vermek gerekir:
اَلْمَالُ وَالْبَنُونَ زٖينَةُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِنْدَ رَبِّكَ ثَوَاباً وَخَيْرٌ اَمَلاً
“Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; kalıcı olan iyi davranışlar ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.” [1]
Rabbimizin beyanı bizleri açıkça uyarmasına rağmen bizler dünya hayatının süsü evlatlarımızın üzerine öylesine titriyor ve onları şımartıyoruz ki; onları sorumluluk alamayan sanal bir evrene hapis olmuş makinelere dönüştürüyoruz.
Dün cephede vatan kurtaran delikanlılardan bugün üniversite kaydını yaptırmak için bile babasından medet uman ayakları yere basmaktan uzak bir nesil ile karşı karşıyayız.
Onların hayatlarını idame ettirmeleri adına onlara hedef olarak seçtiklerimiz sebebi ile bir arabanın lastiğini değiştirmekten bile erinen bir nesil ile karşı karşıyayız.
Vatan, millet, din, namus dendiğinde yürekleri kabaran bir nesilden, parası kaç para ise verelim diyen bir nesle ulaşmakla karşı karşıyayız.
Peki! Bunun suçu neslimiz mi yoksa onlara ayakları üstünde durma imkânı vermeyen bizlerde mi?
Bakın Rabbimizin bize örnek olarak verdiği Allah Resulü s.a.v’ in nesillerin yetişmesi adına ortaya koyduğu örneklere!
Hz. Muhammed (SAS.) peygamberliğini yakınlarına duyurmak için onları yemeğe davet edip onlara; Ey Abdülmuttalib oğulları! Ben size dünyanın ve ahiretin hayırlısı bir din getirdim. Allah bana, sizi o dine davet etmemi emretti. Bu işimde bana hanginiz yardım edecek?”.dediğinde 13 yaşında “Ey Allah’ın Resûlü, ben sana yardımcı olurum..” diyen Hz. Ali’nin örnekliğine bakalım.
Mekkeli müşriklerin işkencelerinden kurtulup dinlerini yaşamak adına Habeşistan’a göç edenleri istemek için gelen Mekkeli elçilere karşı Müslümanlar adına sözcülük yapan Cefer Bin Ebi Talip’in konuşmasındaki zarafet ve bilgeliği hatırlayalım.
Mekkeli müşriklerin bütün işkence ve yıldırma politikalarına karşın Allah’ın kelâmını onlara kim okur dendiğinde ortaya atılan Abdullah İbni Mesud’un kâbe’ de ki o meydan okuyuşundaki cesareti bakalım.
Dünyanın bütün nimetleri önüne serildiği halde onları bir kenara bırakarak İslam’ı seçen ve bu yolda çilelere talip olarak bu dinin ilk muallimi olma şerefine nail olan ve Uhud’da şehit olduğunda üstünü örtecek bir elbisesi olmayan Musab Bin Umeyr’ in fedakârlığını ve kararlığını hatırlayalım.
Daha yirmi yedisinde Allah Resulü tarafından Yemen’e tayin edilen Muaz bin Cebel’e;
"Sana hâlli için herhangi bir dava getirildiği zaman nasıl ve neye göre hüküm verirsin?" diye sorduğunda Hz. Muaz,
"Allah'ın kitabındaki hükümlerle hüküm veririm." Resûl-i Ekrem Efendimiz,
"Eğer Allah'ın kitabında onunla ilgili bir hüküm bulamazsan neye göre hüküm verirsin?" Hz. Muaz,
"Resûlullahın sünnetine göre hüküm veririm." Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sefer,
"Resûlullahın sünnetinde de onunla ilgili bir hüküm bulamazsan, ne yaparsın?" Hz. Muaz,
"O zaman, kendi görüşüme göre içtihad eder, hüküm veririm." Diyen teslimiyet ve siyasetini hatırayalım.
Bir kölenin oğlu olarak dünyaya gelen daha on dokuzunda sahabenin önde gelen cengâverlerine komutanlık yapmak için seçilen Usame Bin Zeyd’in Allah Resulü tarafından seçilmesindeki inceliği hatırlayalım.
Bu ve benzeri birçok örneği içinde barındıran asrısaadet çağında baktığımızda gördüğümüz Allah Resulüne sımsıkıya bağlı bir nesil ve o nesli öne sürecek irade ve kararlığı ortaya koyan bir peygamberi görürüz.
Bizler etinden tırnağından arttırarak veya haram yollara tevessül etmek yolu ile elde edilen imkânlarla şımartılan bir neslin geleceği dizayn edeceğini ve böylelikle onlara karşı olan görevimizi yerine getirdiğimizi zannı ile yanılıyoruz.
Rabbimizin bizim için bir imtihan vesilesi kıldığı evlatlarımız için şu uyarsını da çoğu zaman göz ardı ediyoruz;
يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا قُٓوا اَنْفُسَكُمْ وَاَهْلٖيكُمْ نَاراً وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلٰٓئِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌ لَا يَعْصُونَ اللّٰهَ مَٓا اَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُو
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve kendilerine emredileni yerine getiren melekler vardır.” [2]
Hiç çaba sarf etmeden, fedakârlık göstermeden, çile çekmeden bir hayat ve sonrasında bir cennet beklemek sadece bir hayal olarak kalacaktır.
Bizler geleceğimiz olan neslimize yapacağımız en büyük iyilik onları hayata ve ahrete hazırlamak adına zorluklarla karşı karşıya bırakarak hayatta hiçbir şeyin karşılıksız olmadığı gerçeği ile onları yüzleştirmektir.
Hani Nasreddin hocanın bir hikâyesi vardır ya;
Çocuklar, pazara gidecek olan Nasreddin Hoca'nın etrafını sarmış. "Hoca, bana düdük al!" demiş biri. "Bana da, bana da!" demiş bir diğeri.
Diğerleri de sırayla:
– Ben de düdük isterim!
– Bir tane de bana!, demişler.
İçlerinden sadece biri Nasreddin Hoca'ya düdük parası vermiş. Hoca, parayı alıp pazara gitmiş.
Hoca, akşam pazardan dönünce çocuklar etrafını sarmış. Her biri düdüğünü istemiş. Cebinden bir düdük çıkaran hoca, parayı veren çocuğa vermiş.
Diğer çocuklar hep bir ağızdan bağırmış:
– Hani bizim düdüğümüz?
Nasrettin Hoca gülerek,
– Parayı veren düdüğü çalar, demiş
Ancak bugün ne acıdır ki, çocuklarımız dünyada yaşanan acılardan, akıp giden hayattan, ekonomik darboğazdan, ahlaki çöküntüden, dünyaya neden geldiklerinden bir haber olan yaşamlarında bilgisayar ve telefonların ekranları içinde kaybolmuş bir halde her şeyin tozpembe olduğunu zannetmekteler.
Peki! Ama bunun suçlusu çocuklarımız mı, yoksa onlara iyilik yaptığını zannederek her dediklerini, her istediklerini yapan ebeveynler mi?
Hâlbuki bizim ilk görevimiz ;
“İlk söz olarak çocuklarınıza güzel bir şekilde «لَآ إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ: Lâ ilâhe illâllah» demeyi öğretiniz!” [3] emrini yerine getirerek onların nerden geldiğini ve nereye döneceğini onlara öğretmek değil miydi?
Onlara dünyalıklar yığmak yerine asıl olanın “Hiçbir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha hayırlı bir mîras bırakmamıştır.” [4] gerçeği ile onları yetiştirmek değil miydi?
Bugün çocuklarımız ne edebi bir yazıyı, ne bir tornavida tutmayı, ne inancını, nede ahlak denen kavramı biliyor.
Sonuç; diploma denen kağıt parçaları ile unvan almış, yaşam sebebinden uzak, her şeye kâr ve zarar penceresinden bakan, oranlarla kafayı bozmuş, oyunla gerçeği ayırt edemeyecek kadar zihni dağınık bir nesil yetiştirdik.
Umutsuz mu olalım!
Hayır! Biz Müslümanız en zor anda bile baharın bir çiçek ile başlayacağını bilen ve buna iman eden kimseleriz!
Çalışacağız, mücadele vereceğiz, başaracağız!
Cehaletin kucağından asrısaadete uzanan geçmişimizde olduğu gibi cehaletin karanlığını hakkın nuru ile aydınlatacağız.
Rabbim neslimizi zamanın tuzaklarından korusun!
Rabbin neslimizi kuran ve sünnet ışığında yetiştirenlerden olabilmeyi bizlere nasip eylesin!
Rabbim göz aydınlığı olan nesillerimizle mahşer yerinde mükâfatı elde etmeyi hepimize nasip eylesin!
[1] Kehf - 46
[2] Tahrim 6
[3] Beyhakî, Şuabu’l-îmân, VI, 398
[4] Tirmizî, Birr, 33