ALLAH’IN VARLIĞININ DELİLLERİ
Değerli Müslüman kardeşim:
Kâinattaki bu eşsiz düzeni gören her akıl selim insanın bunun kendi kendine oluşmayacağını bilir. Yine biliriz ki ortada bir eser varsa bu ürünü ortaya çıkaran bir de sanatkâr vardır.
Rabbimiz bu duruma işaret ederek her şeyin kendi uhdesinde olduğunu şöyle ortaya koymaktadır:
وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِؕ اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَلٖيمٌ
Doğu da Allah’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın zâtı oradadır. Şüphesiz Allah (zât ve sıfatlarında) sınırsızdır, her şeyi bilmektedir. [1]
Şimdi düşünelim! Birisi çıkıp dese ki iletişim kurduğumuz bu teknolojik aletler kendi kendine oluşmuştur onun ile alay eder ve güler geçeriz.
Çünkü her ürün ona el değen bir elin eseridir diye biliriz ama nedense kâinatın kendi kendine oluştuğunu düşünecek kadarda ahmak oluruz.
Hâlbuki Müslüman böylemidir? O bilir ki kâinatta ne varsa bu Rabbinin bir eseridir.
Müslüman bunu bildiği halde neden Rabbimizin varlığını kanıtlamaya çalışıyoruz?
Çünkü insan denen varlık öğrenmeye ve öğrendikçe, gördükleri ile değerlendirme imkânı bulan bir varlıktır.
Rabbimiz bu hususu İbrahim peygamberin Allah’ı araması örneğiyle ortaya koyuyor:
Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu (muhteşem varlıklarını) gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun.
Üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü: "Rabbim budur." dedi. Yıldız batınca da: "Ben batanları sevmem." dedi.
Ay'ı doğarken gördü: "Rabbim budur." dedi. O da batınca: "Yemin ederim ki, Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapıklığa düşen topluluktan olurdum." dedi.
Güneş'i doğarken görünce: "Rabbim budur, bu hepsinden büyük." dedi. O da batınca dedi ki: "Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım."
"Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben asla Allah'a ortak koşanlardan değilim. [2]
Çünkü insan fıtratı gereği bir yaratıcıya inanma ihtiyacı duyar.
Ancak asıl mesele bir yaratıcının olduğuna inanmak değil, her şeyi yoktan var eden Allah’a iman etmektir.
Çünkü Rabbimiz öyle güçlüdür ki, yaratılan herhangi bir varlıkla karşılaştırılmaz.
Peki! Rabbimizi anlamak için öncelikle nereden başlamak gerekir?
Rabbimizi anlamak için önce sıfatlarından başlamak gerekir.
Allah: Varlığı kendinden olan
Bir doğumu ve ölümü olmayan
Eşi ve ortağı olmayan
Varlığı ile yarattığı şeyleri kuşatan
İlmi ile her şeyden haberi olan
Her şeyi gören ve işiten
Dilediğini yapma hakkına sahip olan
Bunu da gücü ile ortaya koyan
Gönderdiği kitapları ve peygamberleri ile yarattıklarını idare eden gücün ve kuvvetin yegâne sahibi olandır.
Bu sıfatların yanında insan maddi delillere de bakması gerekir mi?
Bu noktada insan Rabbimizin büyüklüğünü görebileceği yegâne yer maddi delillerdir.
Bilinen ve bilinmeyen bütün âlemlerin sahibi yüce Allah’tır. Bakan gözler görür ki kâinattaki denge muazzam bir sisteme oturtulmuştur. İşte bu muazzam sistemin merkezinde ise insan vardır ama o bunun farkında değildir. Zaten insan bunu anlasa ve kavrasa asla Rabbine asi olamaz.
Bu açıdan bakıldığında kâinatın tam merkezinde bulunan insanın kendisini tanıması ve nasıl hassas bir yaradılışa sahip olduğunu kavraması kulluğunun farkına varması açısından çok önemlidir.
Şu bir gerçektir ki, eserin güzelliği zanaatkârın ustalığının göstergesidir. Öyleyse insan önce kendini tanımalı ki zanaatkârı olan Rabbine ulaşmış olsun.
İnsanın kendisini tanımasının başlangıç noktası da onu diğer varlıklardan ayıran aklı olmalıdır.
Allah insana nasıl bir akıl vermiştir ve onu değerlendirmede ne gibi örnekler sunulabilir önce buna bakmak gerekir.
Önce şunu tefekkür edelim, düşünmeyi gerçekleştiren beyin diye adlandırdığımız 1,3 kg ağırlığında olan süngerimsi et parçası mıdır yoksa içindeki eşsiz sistem midir? Eğer et parçasıdır diye değerlendirecek olsak hayvanlarda da beyin olduğunu ve kütle olarak insanınkinden çok daha büyük olduğunu ama zekâyı ortaya koymadığını nasıl açıklayacağız.
Bu soruya bir de şu örneği verelim, acaba insan beynini gelişen teknoloji ile karşılaştıracak olsak nasıl bir sonuç çıkar?
Bu hususta alıntı yapmadan önce hafızamızda geriye doğru gidip bir olayı hatırlamanızı istiyorum.
Dünyanın en yüksek işlemcisine sahip bilgisayarının satranç karşılaşmasında insan beyni karşısında aciz kaldığı sahne birçoğumuzun hafızalarında hala tazeliğini koruduğuna eminim!
Şimdi insan beyni ile bugünün yüksek teknolojisine sahip bilgisayarlarını karşılaştırma hususunda bir alıntı yapalım:
‘’Bilgisayarlar konusunda bilim adamlarının uzun yıllar süren büyük gayretlerine rağmen kat edilen mesafe beyinle kıyaslandığında “hiçbir şey” denilecek kadar azdır. Dünyanın en hızlı bilgisayarı saniyede 109 (1 milyar) hızıyla işlem yapabilmekte iken beynin hızı 1015’tir (1 katrilyon). Hafıza kapasitesi olarak ise beyin 1000 kat daha fazladır. Yani beyin, en süper bilgisayarın bin adedinin toplam kapasitesine eşittir. Tabii beynin hafızadan başka sayısız fonksiyonları daha olduğunu unutmayalım.
Yine beyinde istenen bilgileri bulup yerinden çıkaran ve bize ulaştıran 100 milyar nöron bulunmaktadır. Bu hafızasını yüklediğimiz bir bilgiye tekrar ulaşabilmek için daha önceki uyarının tıpatıp aynısını yazmak gerekir. Meselâ bir dosyayı ararken ismini tam olarak yazmasak, tek harf dahi farklı olsa, bilgisayar bize dosyayı bulamaz. Oysa tanıdığımız bir insanı 10 yıl sonra gördüğümüzde sakalı uzamış, saçları dökülmüş, kilosu artmış dahi olsa bilebiliriz. Yüzünü hep önden gördüğümüz bir insanı yandan da tanırız.
Bilgisayar teknolojisinde en büyük firmalardan biri olan IBM’in tecrübeli teknoloji uzmanı Kerry Bernstein, beynin birçok yönüyle bilgisayar tasarımında taklit edildiğini ancak beyindeki tasarımın aynı kalitede kopyalanmasının var olan hiçbir teknolojiyle mümkün olamayacak kadar mükemmel olduğunu söylüyor.
Bernstein, “Beyinde olağanüstü bir paralellik hâkim. Yani tek bir bit bilgi, bir anda 100 bin nörona yayılabiliyor.” diye belirtiliyor. “Böylece beyin, bilinen en hızlı bilgisayardan yüz binlerce kat daha hızlı oluyor.” diyor. “Bizim ise bunu elektronikte gerçekleştirebilmemiz mümkün değil.” diye de ekliyor.
Gerçekten insan beyni bir mühendislik şaheseridir aynı zamanda. Yaşadığımız sürece omuzlarımızın üzerinde taşıdığımız, az yer kaplayan, özlü, güçlü ve sürekli değişebilen, kendini güncelleyebilen, milyarlarca bilgiyi aynı anda işleyebilme becerisine sahip canlı bir “bilgisayar”dır.’’[3]
Bu verdiğimiz örneklerde de görüyoruz ki, bu mükemmel eserin sahibi olan yüce Allah insana düşünme kabiliyeti vererek kendisini bulmasını ve ona kulluk etmesini sağlayacak en önemli donanımı insana vermiştir.
Bu düşüncemizi destekleyen en önemli delil de Rabbimizin kitabı Kuran-ı Kerim’de görüyoruz.
Allah’ın kitabı ile haşır neşir olanların ilk gözüne çarpan şu husus olur. Rabbimiz birçok ayetin sonunda’’Akıl etmez misiniz?”, ’’Düşünmez misiniz?’’ ifadeleri ile bu gerçeği hatırlatır.
Tabi ki akıl insan için en hayati organdır ama onu da yöneten bir merkez daha vardır ki oda ‘’kalptir’’.
Şimdi akla gelebilecek en önemli soru şu: ‘’Akıl gibi muazzam bir sistemi kan pompalayan bir et parçası nasıl yönetir?’’
Çünkü kalp dediğimiz organ kan pompalama görevinin dışında duyguları yönetir, o duygular da beynin karar almasını sağlar.
Nitekim Rabbimiz birçok ayette buna işaret etmektedir.
Buna bir işaret olarak da Rabbimizin şu ifadesini görebiliriz:
اِنَّ اللّٰهَ عَلٖيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
‘’Şüphesiz Allah, kalplerin özünde olanı bilendir.’’[4]
Kalbin duygulara yön vermesi dışında şunu da görmekteyiz ki, kalpte öyle eşsiz bir sistem var ki bunu bilen bir kimsenin kör değilse sadece bu müthiş sistem karşısında Rabbine secde etmesi gerekir.
Peki! Nasıl bir sistemden bahsediyoruz?
İnsan vücudunun en temel organı kabul edilen kalp, ortalama bir yaşam boyunca 2,5 milyar kereden fazla atar. Adalelerden oluşan mükemmel bir pompadır ve her atışında kanın uzunluğu erişkinde 186.000 km bulan damar sistemimiz içinde dolaşmasını temin eder. Bu 6 litre kanın dünyanın çevresinde 4,5 kez dolaştığı bir iş yükü anlamına gelir. Bu müthiş sistem kendi kontrol mekanizmasına sahiptir, pompalama hızını ve gücünü kendisi ayarlar.[5]
Vücudumuzdaki eşsiz yaradılışa göz atmaya devam etmeden önce şu soruyu kendimize sormamızın elzem olacağı kanaatindeyim:
Acaba bizim kalbimiz bu eşsiz eserin sahibi olan yüce Allah’a karşı ne kadar şükran duymakta ve ne kadar şükrünü eda etmekte?
Dünya hayatı içinde en basit bir yardımda karşımızdakine minnet duyarak teşekkür eden bizler neden Rabbimize karşı bu kadar duyarsızız?
İnsanın kendisini tanıması başlığında iki örnek verdik ki bunlar yönetim merkezleriydi. Bir de yaradılışlarındaki sınırları ve insanın yaşamını sürdürmedeki rolleri açısından beş duyu organını değerlendirmek Rabbinin kudretini ve eşsiz yaratmasını anlamak açısından çok önemli mesajlar taşımaktadır.
Şimdi şöyle bir tefekkür edelim yemyeşil bir vadideyiz, vadinin ortasından şarkı söyler gibi bir dere çağlıyor, içinde yüzen balıklar net bir şekilde görünüyor, gökyüzünde bir mavilik ve sapsarı ışığıyla vadiyi aydınlatan bir güneş.
Bütün bu anlattıklarımızı kavrayabilmek için bir çift göze ihtiyaç var değil mi?
Eğer o gözler olmazsa dünyanın bu güzel çehresini görmek mümkün olur muydu acaba?
Güzellikleri görmeye, tehlikeleri fark etmeye, işlerimizi güzelce yapmaya yardımcı olan gözlerimizin bir de yaradılışına bakalım!
Neden bizim gözlerimiz de bir kartalın gözü gibi uzun mesafeleri görecek şekilde yaratılmadı, buradaki hikmet nedir?
Kartal gözü aynı anda hem 300 derecelik geniş bir açıya sahiptir hem de istediği görüntüyü 6 ila 8 misli oranında büyütebilir. 4.500 m yüksekte uçarken 30.000 hektarlık bir alanı gözleriyle tarayabilir. 1.500 metreden tarladaki otlar arasında kamufle olmuş bir tavşanı çok rahat ayırt edebilir.
Kartallar, sahip oldukları bu yüksek çözünürlülük ve uzak mesafeyi iyi görebilme yeteneğini insanlarınkine göre çok daha küçük bir beyin kullanarak yaparlar.
İnsan gözleri kartalınki gibi keskin değildir. Bunun bir nedeni de kartalın gözlerinin vücuduna olan oranıdır. Eğer insanda kartalın gözlerinin görevini yapan bir çift göz olsaydı büyüklüğü bir greyfurt kadar olacaktı.[6]
Şimdi bir an kartaldaki gözün insana verildiğini düşünelim. Kilometrelerce uzakta olan bir kimseyi gözümüzün gördüğünü düşünelim!
Acaba özel hayat diye bir kavram olabilir miydi? Böyle bir durum bir kimsenin teleskopla birinin evini gözetlemesi gibi bir durumu ortaya çıkarmaz mıydı?
Bir de gözlerin bu özelliği alabilmesi için göz çukurlarından çıkık olması gerektiğinden suret olarak nasıl bir görüntü olur diye bir düşünelim!
Rabbimizin eşsiz yaratmasını burada çok daha net görüyoruz.
İnsan çoğu zaman yaşamında sınırlar olmasın ister, ama işte sınırlı olmasında da bir hikmet olduğunu görmekteyiz.
Gözümüz yaşantımız için eşsiz bir hazine de diğer azalarımız değil mi?
Mesela koku alma duyumuz olan burnumuzu bir inceleyelim!
Yaşadığımız hayatta birçok çeşit koku ile karşılaşıyoruz ve keskin kokulara karşı insanın vücut yapısının dayanıklı olmadığını görüyoruz. Bu ister güzel bir koku isterse kötü bir koku olsun insan için aşırı keskin kokuların sağlığına zarar verecek kadar rahatsız edici olduğunu görüyoruz.
Şimdi bir başka tefekkür sorusuna sizi getirelim. Acaba bir köpekte bulunan koku alma özellikleri insanda olsaydı ne olurdu?
Köpeklerdeki koku alma duyusu insanlarınkinden 10.000-100.000 kat daha iyidir. Beyinlerinin büyük bir kısmını bu duyunun çalışması için kullanırlar. İnsanların burnunda yaklaşık beş milyon koku alma hücresi bulunurken köpeklerde bu sayı 200 milyona kadar çıkar. İnsan burnunda koku alma bölgesinin genişliği 5 santimetrekare iken, bu alanın köpeklerde 150 santimetrekare olduğu biliniyor.[7]
Köpeklerin koku alma duyularındaki bu hassas denge sebebi ile uyuşturucu, bomba, arama-kurtarma gibi birçok alanda kullanıldıklarını görüyoruz. Eşsiz koku alma duyuları sayesinde uzak mesafedeki kokuları bile tespit edip ayırt edebildiklerini biliyoruz. Üstelik kokular ne kadar keskin olursa olsun beyinlerinde hasar oluşturmadığı da yapılan çalışmalarla ortaya konulmuş bir gerçek olarak ortada durmaktadır.
Şimdi köpekte var edilen sistemin bir an biz insanlarda mevcut olduğunu düşünelim! En ufak bir ter kokusundan veya parfüm kokusundan rahatsız olup temiz hava alma ihtiyacı duyan insanın, acaba böyle bir sisteme sahip olup çok uzak mesafedeki kokuları bile aldığını bir düşünelim, acaba yaşamımız daha mı kolay olurdu, yoksa daha zor mu olurdu?
Yine yüce Yaradan’ın eşsiz yaratmasını görüyor ve verdiği nimet için bir sefer daha şükür etmenin gerekliliğini hatırlıyoruz.
İnsan çok iyi koku almak ister mi bilemem ama iyi duymayı ister!
Hele de yaş ilerleyip kulaklar duymaz olup da mahrum kalınca kıymeti çok daha iyi anlaşılır.
Peki! ama iyi duymaktan kasıt ne kadar iyi duyarsa insan memnun olur?
Mesela bir yunus gibi duyma özelliği olsa memnun olur muydu acaba?
Yunus balıklarının duyma kapasitesi nasıldır diye bir bakalım!
Yunus balıkları çıkardıkları ses dalgaları ile kilometrelerce uzakta olan nesneleri tespit edebilmektedirler. Bugün gemicilerin de kullandığı sonar sistemine sahip olan bu sevimli hayvanlar bu sayede hem yönlerini bulabilmekte hem de avlarını tespit edebilmektedir.
Hâlbuki insanın duyma özellikleri kısıtlıdır ve yüksek seslere karşı dayanıksızdır.
Yüksek desibelli sesler İnsanın beyninde hasar oluşturduğu da yapılan araştırmalarda ortaya çıkan bir gerçektir. Daha basit bir anlatımla yatağınıza yatıp başınızı yastığa koyduğunuzda bir ufacık sineğin sesi sizi huzursuz edip uykusuz bırakabilirken kilometrelerce uzaktaki sesleri yüksek megahertz seviyesinde aldığınız takdirde yaşamının nasıl içinden çıkılmaz bir hal alacağını bir düşünelim!
‘’Öyle bir özelliği veren yaradan beynimizi de ona göre dizayn ederdi.’’ diyebiliriz ama çok uzaktaki kimselerin konuştuklarının duyulduğu bir dünyada dedikodu edecek ne kadar çok şey olurdu diye de düşünmeden edemiyor insan!
İnsan olarak bir de şunu anlamakta zorluk çekeriz, bizi konuşturan dilimiz diğer varlıkları neden bizim gibi konuşturamıyor!
Gelin hep beraber bu konuyu bir tefekkür edelim! Şimdi soru şu, ‘’İnsanı konuşturan dili ve dişleri ise neden bizden daha uzun bir dili ve dişleri olan bir keçi konuşamaz veya hiç dişleri olmayan bir papağan İnsanın konuşmasını nasıl taklit eder?’’
Burada can alıcı soru, bir et parçasını konuşturan kuvvet kimden gelmektedir? Eğer konuşan et parçasıysa neden sadece insanda konuşma söz konusudur?
Bu sorunun cevabını Rabbimiz ahrette İnsanların azalarının konuşması üzerinden şöyle açıklıyor:
وَقَالُوا لِجُلُودِهِمْ لِمَ شَهِدْتُمْ عَلَيْنَاؕ قَالُٓوا اَنْطَقَنَا اللّٰهُ الَّـذٖٓي اَنْطَقَ كُلَّ شَيْءٍ وَهُوَ خَلَقَكُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Derilerine öfke ve hayretle: “Niçin aleyhimizde şâhitlik ediyorsunuz?” diye çıkışacaklar. Derileri ise: “Ne yapalım, her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu. Sizi başlangıçta yaratan O idi yine O’na dönüyorsunuz.” diye cevap verecekler.[8]
Ayet-i kerimede gördüğümüz üzere dünyadayken konuşma kabiliyeti olmayan insan vücudunun Allah’ın emri ile dile geleceği gerçeğidir.
Gelelim insanın beş duyu organından biri olan derisine!
Kemikleri örtmesi ve insana bir suret kazandırması başlı başına bir konuyken bizim konuşacağımız parmaklarda bulanan kodlamadır.
İnsanın parmaklarının ucunda her insanda farklılık gösteren ve barkod görevi gören şekiller mevcuttur. Hani mağazadan ürün aldığınızda kasaya geldiğinizde kasiyer ürünün üzerindeki barkodu okutur ve siz onun sonucunda ödemenizi yapar ve alışverişinizi tamamlarsınız ya, bugün gelişen teknoloji ile keşfedilen parmak izi sistemlerinde parmağınızı sisteme okuttuğunuzda sistemdeki bütün bilgiler çıkmakta böylelikle kimlik bilgileri doğrulanmaktadır. Şimdi ‘’Ne var bunda?’’ diyenler olabilir. Mesele sisteme okutulan parmak değil, her parmaktaki şekillerin farklı olmasıdır. Hâlbuki dünyada milyonlarca insan var ama hiç birinin parmak izi diğeriyle eşleşmemekte. Düşünen ve kavrayan insanoğlu için bu bile Rabbini bulması ve ona kulluk etmesi için yeterli bir delildir.
Örneklerle insanı anlattığımız bu kısımda şunu görüyoruz ki Rabbimiz İnsanı en güzel şekilde yaratıp kulluk vazifesini yapmasına engel olacak bedenî bütün engellerden azat etmiştir!
İnsanın kendi yaratılışı kadar, yaşadığı çevrede Allah’ın varlığına en güzel örnekleri ortaya koyar.
Bu hususu örneklendirmek gerekirse insanın yaşaması için olmazsa olmaz olan su ve hava Rabbimizin dilemesi ile var olurken bunların oluşması ise olağan üstü bir sistem ile gerçekleşir.
Suyu oluşturan yağmur ve kar yeryüzüne inerken hiçbir yağmur damlası ve hiçbir kar tanesi birbirine değmez. Bu fırtına bile olsa böyledir.
Bir düşünelim! Yeryüzüne indiğinde sele ve çığa neden olan yağmur ve kar eğer gökten yeryüzüne inerken birbirine değecek olsaydı ne olurdu?
Şimdi tefekkür edelim! Bunları yapan bir güç olmadan bunlar kendi kendilerine böyle bir karar almaları mümkün müdür?
Dünyanın ve güneş sistemindeki hassas dengeyi düşünelim! Bu sistemde oluşan çok hafif değişikliklerin bizi nasıl etkilediğini günümüzdeki olaylarda görmekteyiz. Y a santimetrelik bir değişimin sonucu ne olurdu?
Daha nice nimetin varlığını ve amacını düşündüğümüz zaman buların kendiliğinden oluştuğunu söylemenin mümkün olmadığını açıkça önümüzde durmaktadır.
Bunca nimeti verenin halife kıldığı insanın var edilmesinin sebeplerini iyice bir düşünelim!
Bunca delilden sonra insan başıboş yaratılmıştır demek mümkün müdür?
Öyle ise bizlere bir hedef veren, bu hedefi de ödül ve ceza ile sonuçlandıracağını haber veren Rabbimize yakinen inanmak ve gereklerini yerine getirmek için mücadele edelim!
Rabbim bizleri kendini bilen, rızasını düşünen, bu yolda çaba sarf eden kullardan eylesin!
[1] Bakara 115
[2] Enam 75-79
[3] https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/sefa-saygili/beynimiz-bilgisayarla-kiyaslanir-mi-23276.html
[4] Maide - 7
[5] https://www.muratikizler.com/index.asp?drmurat=11&koku=32
[6] http://blogertfkkr.blogspot.com/2014/02/kartal-dunyann-en-hzls.html
[7] https://bilimgenc.tubitak.gov.tr/makale/kopekler-hastaligin-kokusunu-aliyor
[8] Fussilet 21