GÜÇLÜNÜN ADALETİ Mİ, HAKLININ ADALETİ Mİ?
Değerli Müslümanlar:
İnsanoğlunun var olduğu günden beri ağzından düşmeyen ancak uygulama noktasında herkesin kendi çıkarlarına göre karar aldığı bir kavram vardır ki, bunun adı adalettir.
Bugün dünya üzerinde olan haksızlık ve zulme karşı adaletten bahsediyoruz ancak adaletin güçlünün elinde bir araç olduğuna ve güçsüzü ezen bir aracı dönüştüğüne hep birlikte şahit oluyoruz.
Bu ifademizi ete kemiğe kavuşturmak gerekirse, yakın tarihimizde bununla ilgili çok çarpıcı örnekler bulmak mümkündür. Mesela yakın tarihte Fransa’da charlie hebdo denen aşağılık bir dergi İslam’ın değerlerine hakaret edipte çıkan kargaşada ölenler için yürüyen dünya liderlerinin, Irak, Afganistan, Myanmar, Suriye, doğu Türkistan ve Filistin için kıllarını dahi kımıldatmayıp üç maymunu oynadıklarına hepimiz şahidiz.
Bu noktada Allah’ı kabul etmeyip kâfir olanların adaleti ortaya koymalarının mümkün olmadığını anlıyoruz da, kendini Müslüman olarak ifade edenlerin ortaya koydukları adalet anlayışını kabullenemiyoruz.
Hâlbuki bizler dünyaya inancımızın gereği olarak ortaya koyduğumuz adalet anlayışımızla nam salmış bir tarihe sahipken, gelinen noktada “acaba gerçekten dedelerimiz dediklerimizle bağımız var mı?” diye insan sormadan edemiyor!
Maalesef bugün ki durumumuz;
“Lafa gelince hazreti Ömer, icraata gelince turist Ömer”
Oysa biz tarihe altın harflerle yazılan adalet örnekleri ile nam salmış bir millettik! Öyle ki, bizim adaletimizde sultan ile tebaası arasında bir fark yoktu!
Geçmiş ile öğünmeye geldiğin de birçok kimseden dinlediğimiz bir hikâye vardır:
“Rivayet olunur ki, Fatih Sultan Mehmed, adını taşıyan camiin inşaatında kullanılacak mermer sütunları kestiren Rum mimarlardan İpsilanti Efendi’ye kızıp elini kestirir.
Bunun üzerine İpsilanti Efendi, ilk İstanbul Kadısı Sarı Hızır Çelebi’ye başvurur. Haksızlığa uğradığını belirtip, hakkının Padişah’tan alınmasını ister.
Kadı, Padişah’ı çağırtır. Padişah girdiğinde İpsilanti Efendi dâvâcı makamında ayakta durmaktadır. Padişah “maznun” minderine bağdaş kurmak üzereyken, Kadı Efendi kükrer:
“Begüm, hasmınla mürafaai şer’ olunacaksın, (Beyim, davacı ile yüzleştirileceksin) ayağa kalk!”
Padişah kalkar. Kendisini savunması istenince hata ettiğini belirtir. Kadı Efendi “Kısasa kısas” hükmünü verir: Hüküm gereğince Padişah’ın da eli kesilecektir.
Dinleyenler dehşetten ve hayretten dona kalmışlardır. Padişahın boyun bükmüş, hükme rıza göstermiştir. Durum o kadar alışılmışın dışındadır ki, İpsilanti Efendi’nin eli-ayağı titremeye başlamıştır: Aklı başına gelir gibi olunca da, dehşete düşer, dâvasından vaz geçtiğini bildirir.
Kadı Efendi, “kısas” hükmünü “diyet”e dönüştürür: Padişah, Rum mimarın kestirdiği kolunun diyetini şahsi parasından ödeyecektir.
Mahkeme sona erip herkes çıktıktan sonra, Padişah, Kadı’ya döner: “Bak a Hızır Çelebi, bu padişahtır deyu şerife mugayır hüküm verseydin, şu kılıçla başını keserdim.”
Kadı Hızır Çelebi minderini kaldırır, minderin altında duran demir topuzu Padişah’a gösterir:
“Siz de padişahlığınıza mağruren hükmü tanımasaydınız, billahi bu topuzla başınızı ezerdim.”
İşte böyle bir anlayıştan geldiğimiz nokta ise; “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” oldu.
Bir Müslüman olarak sözde 57 tane İslam ülkesi varken Filistin’deki kardeşlerimizi Hıristiyan olan Güney Afrika savunuyor, Avrupa ülkelerinin halkları protesto ediyor ve de boykot ediyor, buna karşılık İsrail denen yılanın başına yardımlar İslam ülkelerinden gidiyor.
Peki! Bunun sebebi nedir hiç düşündük mü?
Rabbimiz bunun sebebinin ne olduğunu çok açık şekilde şöyle beyan ediyor:
اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا الْاَمَانَاتِ اِلٰٓى اَهْلِهَاۙ وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِؕ اِنَّ اللّٰهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِهٖؕ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ سَمٖيعاً بَصٖيراً
“Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir.” [1]
Öyle yozlaşmışız ki, bırakın emanetleri ehline vermeyi sahtekârlığı maharet sayar hale gelmişiz. Ne acıdır ki, Rabbimizin cehennemlikler içinde saydığı şu zümreler gibi olmuşuz:
اَلَّذٖينَ اِذَا اكْتَالُوا عَلَى النَّاسِ يَسْتَوْفُونَ وَاِذَا كَالُوهُمْ اَوْ وَزَنُوهُمْ يُخْسِرُونَ اَلَا يَظُنُّ اُو۬لٰٓئِكَ اَنَّهُمْ مَبْعُوثُونَ لِيَوْمٍ عَظٖيمٍ يَوْمَ يَقُومُ النَّاسُ لِرَبِّ الْعَالَمٖينَؕ
“ Eksik ölçüp tartanların vay haline! Onlar, insanlardan ölçerek bir şey aldıklarında tam ölçerler. Kendileri başkalarına vermek için ölçüp tarttıklarında ise haksızlık ederler (eksiltirler). Onlar, o büyük gün için -insanların âlemlerin rabbinin huzuruna çıkacakları gün için- diriltileceklerini akıllarına getirmiyorlar mı?” [2]
Bu ölçme ve tartma halimiz sadece alışveriş meselesinde değil her hususta ceyran ettiğini görmekteyiz.
Çünkü bizler Rabbimizin emir ve yasaklarına göre hareket etmeyi ve de kişileri tartmayı bilmiyoruz. Hali ile de sevip saydıklarımızın yanlışlarına göz yumdukça dünya yaşanmaz bir hale gelerek kan ve gözyaşı ile matem yerine dönüyor.
Bir hikâye vardır tamda bugün yaşadıklarımızı ortaya koyan:
“Bir gün Hz. Ali’nin taraftarlarının yoğun olduğu Küfe’den, bir Arap,
devesiyle Şam’a gelmiş. Şam sokaklarında dolaşırken biri ona yanaşmış:
Ver o dişi deveyi bana! Demiş.
Tartışma büyümüş,
Küfe’den gelen adam,
“Bu deve benimdir, üstelik dişi değil, erkektir” diye
itiraz etmişse de anlaşamamışlar.
Konu Muaviye’ye yansımış.
Halk meydanda toplanmış…
Muaviye, Küfe’den gelenle Şam’da deveye sahip çıkan yerliyi dinledikten sonra,
kararını açıklamış:
Bu dişi deve Şamlınındır!
Sonra toplananlara dönmüş ve sormuş:
Ey cemaat, bu dişi deve kimindir?
Cemaat hep birlikte bağırmış:
Şamlınındır!
Küfeli şaşkın bir vaziyette devesinin ardından bakakalırken,
Muaviye onu yanına çağırmış:
Ey Küfeli, dinle!
Sen de ben de biliyoruz ki, bu deve senindir ve dişi değil, erkektir.
Ama sen Küfe’ye dönünce gördüklerini Ali’ye anlat ve de ki:
Ey Ali, Muaviye’nin, dişi deveyi erkekten ayırt edemeyen,
o ne derse evet diyen 10 bin adamı var!
Ayağını denk alsın!”
Maalesef bugün erkek deveye dişi muamelesi yapan sözüm ona milyonlarca Müslümanın varlığı sayesinde Siyonist çeteler insanlığı yok ederken biz kıldığımız beş vakit namazla kurtulacağımız zannındayız!
Bizler bu hususları tekrar tekrar dile getirdiğimiz zaman haklılığımızı bilen bazı kimseler bize “ Haklısınız hocam tabi ki böyle olmalı! Derken, diğer taraftan menfaatleri söz konusu olduğunda başkalarına da “ Haklısınız efendim tabi ki, siz doğru yapıyorsunuz” demekteler.
Bu hal Nasreddin hocanın şu hikayesine benziyor:
“Nasreddin Hoca, kadılık yaparken birbirinden şikâyetçi olan iki hasımı, ayrı zamanlarda uzun uzun dinlemiş. İkisine de:
– Haklısın, demiş.
Bu konuşmalara şahitlik eden eşi, bu işe çok şaşırmış ve Hocaya sormuş:
– Senin kadılığında bir garip Hoca Efendi. İkisine de sen haklısın dedin. Hiç öyle şey olur mu?
Nasreddin Hoca hanımının yüzüne bakıp:
– Hatun, demiş, sen de haklısın!”
Bugün Gazze’de, Doğu Türkistan’da Müslümanlar katledilirken bizler artık haklı olmak değil, adaletin gereği olan sonucu istiyoruz!
Bizler hikâyeler ile kandırılmak değil, zalimin başının ezildiği bir adalet istiyoruz!
Bizler güçlünün adaletini değil, haklının adaletini istiyoruz!
Rabbim hakkı hak bilip haktan yana olmayı, zalimi zalim bilip ona karşı mücadele etmeyi hepimize nasip eylesin!
[1] Nisa,58
[2] Mutaffifin 1 - 6