ALLAH RESULÜNÜN GÖZÜNDEN DEVLET İDARESİ
Değerli kardeşlerim:
Allah (c.c) kâinatı muazzam bir şekilde yaratarak insanı yeryüzüne halife kıldı. O kâinat ki onda insan’ın bozması dışında bakan gözler için hiçbir düzensizlik söz konusu değildir. İnsanoğlu kâinatın düzenini bozduğu gibi kendi yaratılışını da bozar, niçin yaratıldığını da farkına varmaz. Hedefsiz ve amaçsız bir yaşam sürer.
Hâlbuki Allah insan’a şöyle hitap etmektedir:
اَيَحْسَبُ الْاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًىؕ
İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanıyor? [1]
Bir düşünelim! Rabbimiz dünyayı sabitlemek için bile dağları var etmişken, insanı düzene sokmak ve kulluğunun gereklerini yerine getirmesi için gerekli şartları var etmez mi?
İşte nu noktada insan için en öncelikli görev olan kulluğunun gereklerini yerine getirebilmesi için Kitaplarını ve Peygamberlerini göndermiştir.
O Peygamberler ki, elçilik görevleri yanında bir idareci ve hükümdar olarak ta görev yapmışlardır. Ancak onların idareciliği bir krallık gibi değil ümmetin işlerini yola koyan ve onlara örnek olan bir vasfı taşımaktı.
İdareciliğe bu açıdan baktığımızda Medine de kurulan İslam devletinin ilk devlet başkanı olan rehberimiz ve önderimiz olan Allah Resulünün devlet idaresine göz atmak bugün çeşitli kademelerde görev yapan Müslümanlar için çok önemli bir örnek teşkil etmektedir.
Allah Resulü nasıl bir idarecilik yaptı? Devlet işleri ile ailesi arasındaki ilişkilerde nasıldı? Ticari ilişkilerde nelere dikkat etti? Gibi birçok meselede takındığı tavır bugün ümmet için sıkıntı arz eden birçok hususa ışık tutması açısından önemlidir.
Yüksek liderlik kabiliyetine sahip olmasına rağmen o işlerini ashabı ile istişare yaparak almaya özen gösterirdi. Zira bu Allah’ın bir emriydi:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلٖيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِؕ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلٖينَ
Sen onlara sırf Allah’ın lütfettiği merhamet sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.[2]
Rabbinin emrini yerine getirirken “Ben peygamberim benden daha mı iyi bileceksiniz” demedi!
Hâlbuki dileseydi hiçbir isteğine hayır demeyecek bir ashabı vardı. Ancak o Allah’ın emri olmayan hususlarda ashabının itirazlarına asla yüz çevirmedi.
Çünkü o bir kral veya hükümdar değil âlemlere rahmet olan bir peygamberdi.
Şimdi şöyle bir İslam âlemine bakalım! Bizim idarecilerimiz bir kral gibi mi? Yoksa halkı ile bir araya gelip istişareye önem veren peygamberin varislerinden birimi?
Gördüğümüz manzara şu ki! Sizden olan idarecilere itaat edin emri işlerine gelmeyince biat hükmüne safsata derlerken. Hüküm ellerine geçtiği zaman da kendilerine biat etmeyenleri kara listeye almaktan da geri durmamaktadırlar.
Yapılan bu yanlışı İslam’a uydurmaya çalışanların bu yaptığı peygamberi metoda uymaktan daha ziyade firavuni bir anlayışa kaymaktadır.
İslam’ı referans alarak yola çıkan birçok idareci güç ellerine geçtiğinde zulüm düzeninin çarklarından yararlanma peşine düşmektedir.
Peki! Peygamberi idare sisteminde ne var?
Az önce zikrettiğimiz ayetteki metotlar var. Nedir onlar?
-Affedici olmak
-Bağışlanmaları için Rabbine dua etmek
-Onlarla istişare etmek
Bu davranışların yanında Allah Resulü halkı gibi yaşayan bir peygamberdi.
Öyle ki Hendek savaşında açlık sebebi ile karnına taş bağlayan bir sahabe efendimiz Allah Resulünün huzuruna gelerek:
-“Y a Resulüllah açım” dedikten sonra kuşağını açarak karnına bağladığı taşı gösterdiğinde Allah Resulü de kendi kuşağını açar. Kuşağını açtığında içinden iki taşın düşmesi bahsettiğimiz halkından biri olma meselesine açık bir gösterge olarak tarihe not düşülmüştür.
Şimdi zamanımızın idarecilerine bir bakalım; halkından biri olarak mı yaşıyorlar yoksa makamlarını zengin olma aracı olarak mı kullanıyorlar!
Bazı aklı evveller zannediyorlar ki, Allah Resulünün zamanında imkânlar yoktu!
Allah Resulü isteseydi bir kral gibi hüküm sürebilirdi ancak o dünyaya hiçbir zaman değer vermedi.
Zaten aklı olan kim ebedi hayat varken geçici hayata aldanır ki?
Nitekim Rabbimiz Resulünü ifade ederken şöyle buyurmaktadır:
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فٖي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَثٖيراً
İçinizden Allah’ın lütfuna ve ahret gününe umut bağlayanlar, Allah’ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Resulullah’ta güzel bir örneklik vardır.[3]
Onun örnek hayatında dünyalıklara karşı bir arzu olmadı. Sade yaşadı ve sade bir hayatı yaşayan bir kul olarak Rabbine kavuştu. Nitekim Hz. Aişe validemiz bunu ifade ederken yaşadığı bir hali örneklendirerek bunu şöyle anlatıyor:
Hz. Peygamber gece namazı kılarken ben Hz. Peygamber’in karşısında, ayaklarım onun secde edeceği yere gelecek şekilde uyurdum. Secde edeceği zaman eliyle dürterdi, ben de ayaklarımı geri çekerdim. Secdeden kalktığı zaman yine uzatırdım.[4] İfadesinden anlaşılacağı üzere Allah Resulü bir kimsenin yatıp uzanabileceği kadar küçük bir evde ikamet etmekteydi.
Şimdi soralım kendimize içine sığmakta zorlandığımız kocaman evlerimiz ile Allah Resulünün ümmeti olma şerefine nasıl nail olacağız?
Bizler tabi ki de bir odada yaşayalım demiyoruz. Ancak israfa varan lüks bir yaşantı ile Allah’ın huzuruna çıkıp Hz. Muhammed’in ümmetiyiz nasıl diyeceğiz! Bunu düşünelim diyoruz!
Bazı kardeşlerimiz şöyle düşünebilir! O zamanın şartlarında evler böyleydi. Hayır! O zamanda saraylar, hanlar, ihtişamlı evler vardı.
Allah Resulü sade bir hayat yaşadığı gibi aynı zamanda aldığı kararlarda kendine yakınlık veya uzaklığa göre de karar vermezdi.
Nitekim Mekke’nin fethi sonrasında Kâbe’nin anahtarlarını daha öncede bu görevi yapan Osman Bin Talha’ya vermesi de bunun bir göstergesi olarak tarihe not düşülen bir ibret vesikasıdır.
O kişilerin yaşına ve kavmine de bakmazdı.
Ölmeden kısa bir süre önce savaşa gidecek ordunun başına onca tecrübeli ve önde gelen sahabe varken daha 19 yaşındaki bir kölenin oğlu olan Usame Bin Zeyd’e vermesi de bunun bir göstergesidir.
Allah Resulünün bu hassasiyeti onun terbiyesinden geçmiş sahabe efendilerimizde de görmekteyiz. Buna bir örnek olarak adaleti ile tarihe not düşülen kimse olan Hz. Ömer’den bu noktada bahsetmeden geçemeyiz:
Basra valisi bir miktar kazanç sağlasınlar diye Hz. Ömer’in evlatlarına bir iş vermiş ve Medine’ye göndermişti. Hz. Ömer (r.a) bunu öğrenince çocuklarını çağırıp “Vali, size verdiği bu işi diğer askerlere de verdimi?” diye sorar. Hayır! Cevabını alınca “Demek bu işi size halife çocukları ve akrabaları olduğunuz için verilmiş öyleyse hemen o kazancınızı devlet hazinesine iade edin” demiştir.
Bu ifadeler belki sizi şaşırtabilir belki de bazılarınız acı acı güldürebilir ama gerçek manada İslamiyet budur, yoksa bizim yaşadığımız değil!
Niçin böyle davranmışlar diye akla bir soru gelecek olursa bu Allah’ın kitabında saklı olduğunu görürüz:
اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا الْاَمَانَاتِ اِلٰٓى اَهْلِهَاۙ وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِؕ
Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.[5]
Allah Resulü liyakat meselesine o kadar özen göstermiştir ki, hiçbir şart altında onu uygulama hususunda geri adım atmamıştır. Bu hususa örnek olması açısından şu hadise güzel bir göstergedir:
Hicretin 6. Yılı davet mektupları gönderilirken giden mektuplardan biride Yemame hükümdarınaydı. Hükümdar kendisinin bulunduğu bölgenin valisi olarak tanınması durumunda Müslüman olma teklifine karşılık Allah Resulü şu cevabı veriyordu:
“Elimde bir karış yer kalsa dahi yinede ondan sana bir şey vermem”
Hiçbir şart altında insanların idaresi adil olmayan ve menfaatleri için her şeyi yapabilecek kimselere devredilemez.
Çünkü adaleti ancak hakka tabi olanlar sağlayabilir. Öyle ki, adalet sağlayacak kimseler kendi yakınları bile olsa Allah Resulünün şu ifadesini ortaya koymadıkça hak tecelli etmez. Nedir o ifade?
“hırsızlık eden kızım fatıma da olsa elini keserim”
Bu ifade hiçbir şart altında adaletin iltimasla delinemeyeceğini ortaya koyarken yine Allah Resulü s.a.v insan olma vasfı ile aldanma ihtimaline karşıda şu uyarıda bulunmuştur:
Ben sadece bir beşerim. Sizler bana yargılanmak üzere geliyorsunuz. Belki sizin biriniz, delilini getirmekte diğerinizden daha becerikli ve daha üstün anlatımlı olabilir. Ben de dinlediğime göre o kimsenin lehinde hüküm veririm. Kimin lehine kardeşinin hakkını alıp hüküm vermişsem, ona cehennemden bir parça ayırmış olurum. [6]
Adalet odur ki Hz. Ömer’ e devesini kesip yedikleri için işçilerini şikâyet eden efendilerinin işçilerini aç bıraktığı ortaya çıkınca Hz. Ömer’in efendilerini cezalandırması adaletin gereğinin masumiyeti gözetmek olduğunu ortaya koyan bir örnek olarak ortada durmaktadır.
Günümüze geldiğimiz de ise işlerin tam tersine işlediği, masumiyet karinesinin kimse tarafından umursanmadığı bir zamanı yaşıyoruz.
Bir dilim baklava çalan çocuk ki; canı çektiği için bunu yaptığı açıkken cezaevine girerken, Devleti zarara uğratıp, banka kasasını boşaltanlar ise elini kolunu sallayarak gezmektedir.
Yine bir başka örnek olarak Allah ve Resulünün emri olan evliliği 18 yaşından önce yaptılar diye kocaları tecavüzden hapse atıp, eşlerini de dışarıda per perişan bırakan adalet, bir kız çocuğunun 16 yaşında zina yapmasına aşk adı altında kılıf bulup pazarlanması adaletin aldığı yarayı açıkça ortaya koymaktadır.
Unutulmaması gerekir ki!
Adaleti inciten Rabbini incitir, Rabbini inciten ise dünyada ve ahrette Rabbinin gazabını üzerine çeker.
Şimdi bir soralım kendimize, Allah Resulünün devlet anlayışını mı yaşıyoruz, yoksa batılın süslü cümlelerle dokuduğu gömleğimi giyiyoruz?
Değerli kardeşlerim:
Allah ve Resulünün emrettiği gibi hükmetmeyenlerin varacağı yer her zalim’in varacağı yer olan cehennem azabıdır.
Onun içindir ki herkes idare ettiği yerde ateşe dayanabileceği kadar hata yapsın!
Rabbim bizlere Allah ve Resulün devlet anlayışı ile yönetilmeyi nasip eylesin!
[1] Kiyamet 36
[2] Ali-imran 159
[3] Ahzap 21
[4] Müslim birr 142
[5] Nisa 58
[6] Buhârî, Şehâdât 27, Hıyel 10, Ahkâm 20; Müslim, Akdiye 4.